Blog yazmak biraz geç aklımıza geldi. Vallaha ne yalan söyleyeyim o da Serkan'ın aklına geldi. Bana kalsa, yüzyıl düşünsem ı ıh, olmazdı.
O zaman ''Merhaba!'' diyelim. Bu ormandakimarangoz'un Blogudur. Let's go! Ben de Menekşe bu arada.
Önce bir araya gelmemizden başlayalım. Serkan ve ben, İstanbul'da yaşayan, birbirimizden habersiz iki kişiydik (Gerçi, ikimiz de çocukken yaz tatillerimizi Dikili'de geçirmişiz. Bisikletle karşılıklı geçmiş olabiliriz. Vızzz). İşler güçler, çalışıp ederken ben bir gün kendimi Serkan'ın çalıştığı şirkette buldum. İlk kez, sinirinden etrafa deli bakışlar attığı bir akşam gördüm onu. Homurdanarak bir şeyler anlattıktan sonra, bir eliyle siyah sırt çantasını, diğer eliyle de kutu birasını kaptığı gibi çıktmıştı stüdyodan. Ben de arkasından bakakalmıştım öylece. Ay nasıl da güzel bir adam!
Sonrasında, Serkan'ı şirketin bahçesine dadanan kedilerin, milletin öğle yemeğini tırtıklamasından yakınırken gördüm birkaç kez. O aralar hiç sesimi çıkarmadım, çünkü o kızsa da ben, küçük semirikleri gizli gizli besliyordum. Onları tantuniden asla mahrum bırakmıyordum. Serkan'ın haberi yoktu tabi ama ben sık sık onu düşünür olmuştum. Haftalarca içim sıcacık gezdim sağda solda. Serkan hep aklımdaydı. Dolmuş kuyruğunda beklerken, market rafında vişneli sodayı ararken, pizzamdan düşen mısır tanelerini toplamaya çalışırken... Ha bir de, o sıralarda Beşiktaş'ta elektrik kesintisi çok olurdu. O yüzdendir, mum ışığında da düşünürdüm Serkan'ı. Daha da detaya girmeden şöyle diyeyim: Günler geçti. Muhabbet, çay, çorba, rakı derken biz sevgili olduk gitti. Çok da güzel oldu. Kulağımızı çekelim. Tahtaya vuralım. Mucmuk. Tık tık tık.
Biz İstanbul'dayken, Serkan süpper bir görsel efekt süpervizörüydü. Ben de ses tasarımı yapıyordum. İstanbul'da, hafta içi sabahtan akşama kadar bilgisayar başında çalışıyor; haftasonları da ormana, yeşile kaçıyorduk. Madem sonunda gitmek istediğimiz yer her zaman orman olacak e o zaman biz de orada yaşayalım dedik. Domates biberimizi dalından toplarız. Tavuğumuzu yemleriz. Tarhanamızı reçelimizi yaparız diye düşündük -ki çok acayip mantıklıydı. Yine de enine boyuna, eksili artılı her bir şeyi aklımızdan geçirdik. Son kararımız, İstanbul'dan taşınmak olunca Trakya bölgesindeki satılık, kiralık ev ya da arsalarla ilgili bir araştırmaya giriştik. Baktık, çektik, telefonlar ettik. Kafamıza yatan ilanları sıraya koyduğumuz bir güzergâh çizdik. Yaz tatili başlayıp çalıştığımız diziler tatile girince de, kamp malzemelerimizi alıp yola çıktık. Güzel köyler gezdik, güzel insanlarla tanıştık. Harika zaman geçirdik.
Bu maceranın tam orta yerinde, Malkara'nın Gönence Köyü'nde görmeye gittiğimiz evi çok beğendik. İyi bakılmış ve muhafaza edilmiş taş bir yapıydı. Evin yaşlı sahipleri, hayatlarının büyük bir bölümünü burada geçirmişlerdi; fakat torunlarıyla ilgilenmek için satışı yapıpı bir an önce kasabaya taşınmaları gerekiyordu. Taşınma kararları o kadar aniydi ki, bahçelerini yeni gelen mevsime hazırlamış, kışlık sebzelerini çoktan ekmişlerdi. Durumlarıyla ilgili biraz muhabbet ettik. Ayranlarımızı içtik. Birkaç gün içinde haberleşmek üzere oradan ayrıldık. İstemeye istemeye İstanbul'a döndük. Sonraki günlerde ev sahipleriyle telefonda anlaştık ve tapu işlemleri için gün belirledik. Ama biz heyecan ve mutluluk içinde beklerken kararlaştırdığımızdan bir gün önce bizi arayıp evi satmaktan vazgeçtiklerini söylediler. Ayrıca bu haberi, Serkan işinden temelli ayrıldıktan en fazla bir saat sonra almamız gerçekten çok iyiydi (!)
Neyse moral bozmadık ve yeni bir ev bulmak için tekrar yola çıktık. Çok sayıda yer gezdik. O kadar fazla yer gezdik ki, terliklerimin altı incelmişti. Dikenler tabanından geçip ayaklarıma batıyordu. Bu uğraşın sonucunda, Evreşe'de, içindeki tavukları ve civcivleriyle evini, bahçesini satmak isteyen Nigar Teyze'yle buluştuk. Birlikte semiz otu topladık, domates biber gezdik. Konuştuk, anlaştık ve yine haberleşmek üzere oradan ayrıldık. Aynı şekilde tapu işlemleri için ayarlamaya yapmaya çalışıyorduk ki Nigar teyze ben iki ay daha bu evde kalırım, siz sonra yerleşirsiniz deyince bu durum bütün planımıza ters düştü. Çünkü biz çoktan İstanbul'daki evimizden çıkmıştık. Eşyalarımızı bir depoya taşımıştık. ''Yapacak bir şey yok. Bu sefer de gol değil'' dedik ve canımız sıkkın bir şekilde annemin yanına Dikili'ye gittik. Orada biraz kafamızı toplarız ve tekrar yola çıkarız diye düşünüyorduk. Düşünüyorduk... Sonra on numara bir şey oldu. Eheheh. Yehuu.
Amacımız bir süre dinlenmek olsa da yakınlardaki, uygun arsa ve evleri takibe devam ettik. Bergama Kozak'ta, içinde yıkık dökük bir evi olan arsanın resimlerini görünce dayanamadık. Nasıl bir yer olduğunu görmeye gittik. Bayıldık ama nasıl bayıldık. Yok böyle bir şey! Aslında ev olup da yani dört duvar ve çatıdan başka bir şey degildi. Öyle bile olsa ''biz burayı adam ederiz; gezdiğimiz, gördüğümüz bütün evlerden daha güzel. Oh diğer yerler iyi ki de olmamış da burayı bulmuşuz'' dedik. Evet bu lafları ettik hep.
Bütün bu olaylar sonucunda Kozak Yaylası, Hisarköy'deki evimize yerleşmeye karar verdik. Sıra tadilata gelmişti tabi. Ay en zevkli kısmı (!)
Burada dağdan indiğimizde hemen denize varıyoruz. O yüzden, Kozak Yaylası'nın etrafında ne kadar çok yazlık kasaba olduğunu tahmin edebilirsiniz (Edremit, Burhaniye, Gömeç, Ayvalık, Dikili...). Tadilat için de bu kasabalardan, yakın yerlerden gelebilecek kişileri tercih etmek mantıklıydı. Emlakçımızın da başka bir köy evinde çalıştırdığı ustalarıyla evin bitimine anlaştık. Ama daha ilk haftanın sonunda farkına vardık ki çok büyük bir hata yapmışız. Tadilat hiç bir şekilde ilerlemiyordu. Ne yapacağımızı şaşırdık. Adamları uyardık. Yapacağız, halledeceğiz dediler. Tamam sizinle çalışmak istemiyoruz, işi bırakın dedik; araya bize evi satan emlakçı girdi. Böyle kızgınlık ve sinirle bütün yaz mevsimini geçirdik.
Havalar soğumaya başladığında evin pencereleri bile takılı değildi. Tuvaleti yoktu. Ailecek oturduk konuştuk. Karar verdik. Ne olursa olsun bu ustaların işine son vermeliydik. Birkaç gün süren telefon konuşmaları (adamları görmeye bile tahammülümüz kalmamıştı) sonucu işi bitirdik. E tabi bizim ev hâlâ kaba inşaattan bile kabaydı. Serkan hemen çok güvendiği Necmi Usta'yı aradı. Durumu anlattı. Necmi Usta diğer gün otobüse atlayıp İstanbul'dan Bergama'ya kadar geldi. Serkan'la ikisi, önceki altı ustanın üç ayda yapamadığını on beş günde bitirdiler. 6 ustanın 90 günde yapacağı işi de, 2 kişinin yarım günde çakacağı tahtayı da... Bu matematik problemlerini çözme işini size bırakıyorum. Dur, ama güldürmeyin beni! Stop it! Stop... it!
Necmi Usta gittikten sonra, evin mutfağını, banyosunu (evet tezgahlar, dolaplar ve su tesisatı, hepsi birden) Serkan'la ikimiz el ele verip yaptık. Annem de baya çok boya ve tutkal işi yaptı bu arada he. Thankz. Sonracığıma, elektrik tesisatı, ışıklar ve daha aklınıza ne gelirse hepsi el emeğimiz oldu.
Çok zorlu ve uzun bir süreç olsa da böylesi daha kıymetli oluyor sanırım. Şimdi, birbirimize, kedimize, köpeğimize, evimize, bahçemize gözümüz gibi bakıyoruz. Hâlâ ve hep, eklemesini ve çıkarmasını kendimiz yapıyoruz evimize. Zaten marangozluk atölyemiz de çalışmaya başladı. Şimdi İKEA'ya mı gidelim yani. Yok yok gidiyoruz oraya da. O lazım. Saklama kabı da mı almayayım. Ssshh. Alırım. Ha köfteleri de iyi. Gece yarısı, acı biber turşusuyla nam nam nam.
Haa arada yazmam gereken bir şeyi atladım; ama şimdi başa döndürmeyin beni. Öyle bir insan değilim. Eyw.
Tamam o zaman anlatıyorum. Şöyle:
Köye taşınırken en çok istediğimiz şeylerden biri de kocaman bahçelerde koşacak bir köpekti. Bütün bu karmaşamızın içinde Foça'dan bir ilan yakaladık. Köpekleri yavrulamış bir çift sahiplendirme yapıyorlardı. Hemen Foça'ya gittik. Yavruları mıncıkladık. Sarıldık. Öptük onları. Popişlerine vurduk. Tüylerine yapışmış pirinç tanelerine güldük (karnıyarıkla pilav yemişler önceki gün). Beş yavrudan birini kucakladık, çıktık evden. Arabaya binince biraz şaşırdı ve hüzünlendi tabisi. Hatta su vermiştim de içmemişti. Küsmüştü bana. Kafasını benden öteye çeviriyordu suyu uzatınca. Ama eve varıca hızlıca kendine geldi. Bol bol yoldan geçenlere havladı. Kendi kilosunun iki katı köfte yedi. Adını Civan Koydum............dramatik müzik................ Yok, yok adını ben değil; Serkan koydu. Civan olsun dedi. Öperim.
O zaman ''Merhaba!'' diyelim. Bu ormandakimarangoz'un Blogudur. Let's go! Ben de Menekşe bu arada.
Önce bir araya gelmemizden başlayalım. Serkan ve ben, İstanbul'da yaşayan, birbirimizden habersiz iki kişiydik (Gerçi, ikimiz de çocukken yaz tatillerimizi Dikili'de geçirmişiz. Bisikletle karşılıklı geçmiş olabiliriz. Vızzz). İşler güçler, çalışıp ederken ben bir gün kendimi Serkan'ın çalıştığı şirkette buldum. İlk kez, sinirinden etrafa deli bakışlar attığı bir akşam gördüm onu. Homurdanarak bir şeyler anlattıktan sonra, bir eliyle siyah sırt çantasını, diğer eliyle de kutu birasını kaptığı gibi çıktmıştı stüdyodan. Ben de arkasından bakakalmıştım öylece. Ay nasıl da güzel bir adam!
Sonrasında, Serkan'ı şirketin bahçesine dadanan kedilerin, milletin öğle yemeğini tırtıklamasından yakınırken gördüm birkaç kez. O aralar hiç sesimi çıkarmadım, çünkü o kızsa da ben, küçük semirikleri gizli gizli besliyordum. Onları tantuniden asla mahrum bırakmıyordum. Serkan'ın haberi yoktu tabi ama ben sık sık onu düşünür olmuştum. Haftalarca içim sıcacık gezdim sağda solda. Serkan hep aklımdaydı. Dolmuş kuyruğunda beklerken, market rafında vişneli sodayı ararken, pizzamdan düşen mısır tanelerini toplamaya çalışırken... Ha bir de, o sıralarda Beşiktaş'ta elektrik kesintisi çok olurdu. O yüzdendir, mum ışığında da düşünürdüm Serkan'ı. Daha da detaya girmeden şöyle diyeyim: Günler geçti. Muhabbet, çay, çorba, rakı derken biz sevgili olduk gitti. Çok da güzel oldu. Kulağımızı çekelim. Tahtaya vuralım. Mucmuk. Tık tık tık.
Biz
Biz İstanbul'dayken, Serkan süpper bir görsel efekt süpervizörüydü. Ben de ses tasarımı yapıyordum. İstanbul'da, hafta içi sabahtan akşama kadar bilgisayar başında çalışıyor; haftasonları da ormana, yeşile kaçıyorduk. Madem sonunda gitmek istediğimiz yer her zaman orman olacak e o zaman biz de orada yaşayalım dedik. Domates biberimizi dalından toplarız. Tavuğumuzu yemleriz. Tarhanamızı reçelimizi yaparız diye düşündük -ki çok acayip mantıklıydı. Yine de enine boyuna, eksili artılı her bir şeyi aklımızdan geçirdik. Son kararımız, İstanbul'dan taşınmak olunca Trakya bölgesindeki satılık, kiralık ev ya da arsalarla ilgili bir araştırmaya giriştik. Baktık, çektik, telefonlar ettik. Kafamıza yatan ilanları sıraya koyduğumuz bir güzergâh çizdik. Yaz tatili başlayıp çalıştığımız diziler tatile girince de, kamp malzemelerimizi alıp yola çıktık. Güzel köyler gezdik, güzel insanlarla tanıştık. Harika zaman geçirdik.
Geziyoruz
Kamptayız. Yorulduk, oturuyoruz.
Bu maceranın tam orta yerinde, Malkara'nın Gönence Köyü'nde görmeye gittiğimiz evi çok beğendik. İyi bakılmış ve muhafaza edilmiş taş bir yapıydı. Evin yaşlı sahipleri, hayatlarının büyük bir bölümünü burada geçirmişlerdi; fakat torunlarıyla ilgilenmek için satışı yapıpı bir an önce kasabaya taşınmaları gerekiyordu. Taşınma kararları o kadar aniydi ki, bahçelerini yeni gelen mevsime hazırlamış, kışlık sebzelerini çoktan ekmişlerdi. Durumlarıyla ilgili biraz muhabbet ettik. Ayranlarımızı içtik. Birkaç gün içinde haberleşmek üzere oradan ayrıldık. İstemeye istemeye İstanbul'a döndük. Sonraki günlerde ev sahipleriyle telefonda anlaştık ve tapu işlemleri için gün belirledik. Ama biz heyecan ve mutluluk içinde beklerken kararlaştırdığımızdan bir gün önce bizi arayıp evi satmaktan vazgeçtiklerini söylediler. Ayrıca bu haberi, Serkan işinden temelli ayrıldıktan en fazla bir saat sonra almamız gerçekten çok iyiydi (!)
Malkara, Gönence
Neyse moral bozmadık ve yeni bir ev bulmak için tekrar yola çıktık. Çok sayıda yer gezdik. O kadar fazla yer gezdik ki, terliklerimin altı incelmişti. Dikenler tabanından geçip ayaklarıma batıyordu. Bu uğraşın sonucunda, Evreşe'de, içindeki tavukları ve civcivleriyle evini, bahçesini satmak isteyen Nigar Teyze'yle buluştuk. Birlikte semiz otu topladık, domates biber gezdik. Konuştuk, anlaştık ve yine haberleşmek üzere oradan ayrıldık. Aynı şekilde tapu işlemleri için ayarlamaya yapmaya çalışıyorduk ki Nigar teyze ben iki ay daha bu evde kalırım, siz sonra yerleşirsiniz deyince bu durum bütün planımıza ters düştü. Çünkü biz çoktan İstanbul'daki evimizden çıkmıştık. Eşyalarımızı bir depoya taşımıştık. ''Yapacak bir şey yok. Bu sefer de gol değil'' dedik ve canımız sıkkın bir şekilde annemin yanına Dikili'ye gittik. Orada biraz kafamızı toplarız ve tekrar yola çıkarız diye düşünüyorduk. Düşünüyorduk... Sonra on numara bir şey oldu. Eheheh. Yehuu.
Evreşe
Amacımız bir süre dinlenmek olsa da yakınlardaki, uygun arsa ve evleri takibe devam ettik. Bergama Kozak'ta, içinde yıkık dökük bir evi olan arsanın resimlerini görünce dayanamadık. Nasıl bir yer olduğunu görmeye gittik. Bayıldık ama nasıl bayıldık. Yok böyle bir şey! Aslında ev olup da yani dört duvar ve çatıdan başka bir şey degildi. Öyle bile olsa ''biz burayı adam ederiz; gezdiğimiz, gördüğümüz bütün evlerden daha güzel. Oh diğer yerler iyi ki de olmamış da burayı bulmuşuz'' dedik. Evet bu lafları ettik hep.
Evimizin ve bahçemizin ilk hâli
Bütün bu olaylar sonucunda Kozak Yaylası, Hisarköy'deki evimize yerleşmeye karar verdik. Sıra tadilata gelmişti tabi. Ay en zevkli kısmı (!)
Burada dağdan indiğimizde hemen denize varıyoruz. O yüzden, Kozak Yaylası'nın etrafında ne kadar çok yazlık kasaba olduğunu tahmin edebilirsiniz (Edremit, Burhaniye, Gömeç, Ayvalık, Dikili...). Tadilat için de bu kasabalardan, yakın yerlerden gelebilecek kişileri tercih etmek mantıklıydı. Emlakçımızın da başka bir köy evinde çalıştırdığı ustalarıyla evin bitimine anlaştık. Ama daha ilk haftanın sonunda farkına vardık ki çok büyük bir hata yapmışız. Tadilat hiç bir şekilde ilerlemiyordu. Ne yapacağımızı şaşırdık. Adamları uyardık. Yapacağız, halledeceğiz dediler. Tamam sizinle çalışmak istemiyoruz, işi bırakın dedik; araya bize evi satan emlakçı girdi. Böyle kızgınlık ve sinirle bütün yaz mevsimini geçirdik.
Bitmeyen tadilat
Havalar soğumaya başladığında evin pencereleri bile takılı değildi. Tuvaleti yoktu. Ailecek oturduk konuştuk. Karar verdik. Ne olursa olsun bu ustaların işine son vermeliydik. Birkaç gün süren telefon konuşmaları (adamları görmeye bile tahammülümüz kalmamıştı) sonucu işi bitirdik. E tabi bizim ev hâlâ kaba inşaattan bile kabaydı. Serkan hemen çok güvendiği Necmi Usta'yı aradı. Durumu anlattı. Necmi Usta diğer gün otobüse atlayıp İstanbul'dan Bergama'ya kadar geldi. Serkan'la ikisi, önceki altı ustanın üç ayda yapamadığını on beş günde bitirdiler. 6 ustanın 90 günde yapacağı işi de, 2 kişinin yarım günde çakacağı tahtayı da... Bu matematik problemlerini çözme işini size bırakıyorum. Dur, ama güldürmeyin beni! Stop it! Stop... it!
Hellöö Necmi Usta!
Necmi Usta gittikten sonra, evin mutfağını, banyosunu (evet tezgahlar, dolaplar ve su tesisatı, hepsi birden) Serkan'la ikimiz el ele verip yaptık. Annem de baya çok boya ve tutkal işi yaptı bu arada he. Thankz. Sonracığıma, elektrik tesisatı, ışıklar ve daha aklınıza ne gelirse hepsi el emeğimiz oldu.
Tadilat bitti
Çok zorlu ve uzun bir süreç olsa da böylesi daha kıymetli oluyor sanırım. Şimdi, birbirimize, kedimize, köpeğimize, evimize, bahçemize gözümüz gibi bakıyoruz. Hâlâ ve hep, eklemesini ve çıkarmasını kendimiz yapıyoruz evimize. Zaten marangozluk atölyemiz de çalışmaya başladı. Şimdi İKEA'ya mı gidelim yani. Yok yok gidiyoruz oraya da. O lazım. Saklama kabı da mı almayayım. Ssshh. Alırım. Ha köfteleri de iyi. Gece yarısı, acı biber turşusuyla nam nam nam.
Salonun son hali
Haa arada yazmam gereken bir şeyi atladım; ama şimdi başa döndürmeyin beni. Öyle bir insan değilim. Eyw.
Tamam o zaman anlatıyorum. Şöyle:
Köye taşınırken en çok istediğimiz şeylerden biri de kocaman bahçelerde koşacak bir köpekti. Bütün bu karmaşamızın içinde Foça'dan bir ilan yakaladık. Köpekleri yavrulamış bir çift sahiplendirme yapıyorlardı. Hemen Foça'ya gittik. Yavruları mıncıkladık. Sarıldık. Öptük onları. Popişlerine vurduk. Tüylerine yapışmış pirinç tanelerine güldük (karnıyarıkla pilav yemişler önceki gün). Beş yavrudan birini kucakladık, çıktık evden. Arabaya binince biraz şaşırdı ve hüzünlendi tabisi. Hatta su vermiştim de içmemişti. Küsmüştü bana. Kafasını benden öteye çeviriyordu suyu uzatınca. Ama eve varıca hızlıca kendine geldi. Bol bol yoldan geçenlere havladı. Kendi kilosunun iki katı köfte yedi. Adını Civan Koydum............dramatik müzik................ Yok, yok adını ben değil; Serkan koydu. Civan olsun dedi. Öperim.
Civan bizimle ilk gününde sandalyeyi kokluyor
Civan'ın ilk banyo sonrası sarılması
Civan nereye gitse en serin yeri buluyor
Civan yatağa çıkma yasağını çiğniyor
Civan ayı kadar oldu
E besledik, büyüttük. Oto sanayiye çırak vermeyelim mi!
Yorumlar
Yorum Gönder